MESRU SAVUNMA VE ZORUNLULUK HALİ
TCK MADDE 25-(1) Gerek kendisine ve gerek başkasına ait bir hakka yönelmiş, gerçekleşen, gerçekleşmesi veya tekrarı muhakkak olan hâksiz bir saldırıyı o anda hâl ve koşullara göre saldırı ile orantılı biçimde defetmek zorunluluğu ile işlenen fiillerden dolayı faile ceza verilmez.
(2) Gerek kendisine gerek başkasına ait bir hakka yönelik olup, bilerek neden olmadığı ve başka suretle korunmak olanağı bulunmayan ağır ve muhakkak bir tehlikeden kurtulmak veya başkasını kurtarmak zorunluluğu ile ve tehlikenin ağırlığı ile konu ve kullanılan vasıta arasında orantı bulunmak koşulu ile işlenen fiillerden dolayı faile ceza verilmez.
GEREKÇE
Meşru savunma bakımından Tasarı şu koşulları saptamıştır:
Bir kere her türlü hakka yönelik haksız bir saldırıya karşı meşru savunmanın söz konusu olduğu belirtilmiş ve böylece kurumun, bazen anlamsız ve sosyal gereklere aykırı düşecek derecede dar tutulmasının önüne geçilmesi istenilmiştir.
Ayrıca, şu husus da belirtilmelidir ki, kişileri suç işlemekten caydıracak en etkin araçlardan birisi, suç işlediklerinde karşılık görebilecekleri endişesi olduğundan, meşru savunma hakkının böylece genişletilmesi, kriminolojik yönden caydırıcı etki de yapabilecektir.
İkinci olarak meşru savunmanın “haksız saldırı” koşulu bakımından, “gerçekleşen haksız saldırı” ile “gerçekleşmesi muhakkak haksız saldırı” veya “tekrarı muhakkak haksız saldırı” aynı sayılmıştır. Böylece kişilerin haksız saldırılara karşı kendilerini korumaları olanağı daha da genişletilmiş olmaktadır.
Savunmanın “saldırı ile orantılı biçimde” olması, yani saldırıyı defedecek ölçüde olması, meşru savunmanın temel koşullarından birisi olarak kabul edilmiştir. Saldırıya uğrayan kişi, ancak bu saldırıyı etkisiz kılacak ölçüde bir davranış gerçekleştirdiği takdirde, meşru savunma hukuka uygunluk nedeninden yararlanacaktır.
Maddenin ikinci fıkrasında, kusurluluğu ortadan kaldıran bir neden olarak zorunluluk (zaruret, ıztırar) hâli düzenlenmiştir. Zorunluluk hâlinde, kişinin, kendisinin veya başkasının sahip bulunduğu bir hakka yönelik bir tehlikeyi gidermek amacıyla gerçekleştirdiği davranış dolayısıyla, ceza sorumluluğu yoktur. Meşru savunmadan farklı olarak, zorunluluk hâlinde bir saldırı değil tehlike söz konusudur. Zorunluluk hâlinin kabulü için, kişinin tehlikeye bilerek neden olmaması, tehlikeden suç olan bir harekete başvurmadan kurtulmanın olanaklı bulunmaması ve tehlikenin ağır ve muhakkak olması da araştırılacaktır.
Ayrıca, tehlikenin ağırlığı ile konu ve kullanılan araç arasında “orantılılık ilkesi” kabul edilmiştir.
AÇIKLAMALAR
I. MEŞRU SAVUNMA
1. Kavramsal İçerik ve Hukuki Özellikler
Suçla mücadele esasen devletin sorumluluğunda olmakla birlikte, bireyin kendi varlığını ve haklarını koruması da hukuk düzenleri tarafından desteklenen etkili bir savunma biçimidir. Kendisini ya da sahip olduğu yasal bir hakkı korumak için gerekli ölçüde tepki gösteren kişi, hukuki sistemlerce haklı kabul edilir. Bu nedenle meşru savunmada bulunan birey, yalnızca cezai sorumluluktan muaf tutulmakla kalmaz, aynı zamanda hukuk düzenine olumlu katkı sunduğu düşünülür.
Meşru savunma (yasal savunma veya meşru müdafaa), bir kişinin kendisine ya da bir başkasının haklarına yönelmiş bir saldırıyı durdurmak amacıyla ve saldırıyı etkisiz kılacak ölçüde kuvvet kullanması anlamına gelir. Bu durumda, saldırıya karşı verilen karşılık, hukuk düzeni tarafından haklı görülür; dolayısıyla savunma amacıyla uygulanan güç nedeniyle doğabilecek sonuçlardan dolayı failin ceza sorumluluğu doğmaz. Eylem, bu yönüyle hukuka aykırı sayılmaz.
Meşru savunma, hukuka uygunluk sebeplerinden biridir. Bu nedenle, ilgili fiil daha baştan itibaren suç olarak değerlendirilmez ve fail hakkında herhangi bir cezai yaptırım uygulanmaz. Böyle bir durumda, Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 223/2-d maddesi uyarınca “beraat kararı” verilmesi gerekir.
Yargıtay da meşru savunma ile ilgili çeşitli kararlarında bu kavramı benzer şekilde tanımlamış ve değerlendirmiştir. Ayrıca, meşru savunmanın yalnızca kişinin kendisi için değil, başkalarının haklarının korunması amacıyla da uygulanabileceği hususu kanunda açıkça belirtilmiştir.
Öncelikle vurgulamak gerekir ki, haksız tahrik ile meşru savunma hukuken birbirinden farklı kavramlardır. Haksız tahrik, sona ermiş ya da halen devam etmesine rağmen savunma zorunluluğu doğurmayan bir saldırı karşısında, bireyin yaşadığı öfke, üzüntü ya da ruhsal sarsıntının etkisiyle verdiği tepkiyi ifade eder. Bu durumda gerçekleştirilen fiilin hukuka aykırı yönü ortadan kalkmaz. Oysa meşru savunma, gecikmeksizin sonlandırılması gereken bir saldırı veya ciddi saldırı tehdidine karşı, kendini ya da başkasını koruma amacıyla yapılan müdahaleyi kapsar ve bu nedenle savunma eylemi hukuken uygun sayılır.
Her meşru savunma halinde haksız tahrik unsurlarının da bulunduğu ileri sürülebilir; ancak haksız tahrik mevcut olan her durumda meşru savunmanın koşulları oluşmaz. Diğer bir ifadeyle, haksız tahrikin hukuki sonuç doğurabilmesi, savunma zorunluluğunu ortadan kaldırmaz. Bununla birlikte, eğer eylem meşru savunma kapsamında değerlendirilirse, bu durumda fail hakkında beraat kararı verileceği için ayrıca haksız tahrik indiriminin uygulanmasına gerek kalmaz.
Meşru savunmanın hangi hakların korunması amacıyla yapılabileceğine ilişkin olarak kanunda açık bir sınırlama getirilmemiştir. Başka bir deyişle, hangi hakların savunmaya konu olabileceği belirli bir çerçeveye bağlanmamış, bu konuda bir sınırlayıcı hüküm yer almamıştır. Bu nedenle, gerek kişinin kendisine ait haklar gerekse bir başkasının hakları meşru savunmanın konusu olabilir. Kanun gerekçesinde de bu husus açıkça ifade edilmiştir.
Bu çerçevede değerlendirildiğinde; yaşam hakkı, beden bütünlüğü, kişi özgürlüğü, cinsel dokunulmazlık gibi temel kişilik hakları ile mülkiyet hakları da meşru savunma kapsamında korunabilecek haklar arasında sayılmaktadır. Dolayısıyla, bu tür haklara yönelik gerçekleşen hukuka aykırı saldırılara karşı bireyin orantılı bir tepkiyle savunma hakkını kullanması hukuken geçerli sayılır.
Meşru Savunmanın Şartları
Meşru savunma, hem saldırı hem de savunma yönünden birtakım koşulları taşımalıdır. Bu şartlar iki ana başlık altında değerlendirilmektedir. Aşağıda bu koşullar özetle sunulmuştur:
Saldırıya İlişkin Koşullar:
a) Fiilen bir saldırının bulunması,
b) Bu saldırının hukuka aykırı yani haksız nitelikte olması,
c) Saldırının bireyin herhangi bir hakkını hedef alması,
d) Saldırının halen devam eden bir nitelik taşıması, yani savunma anında mevcut olması.
Savunmaya İlişkin Koşullar:
a) Yapılan savunmanın zorunlu bir tepki niteliğinde olması,
b) Savunmanın, saldırıyı gerçekleştiren kişiye yöneltilmiş olması,
c) Savunmanın, saldırının ağırlığıyla ölçülü ve orantılı olması.
Saldırıya Dair Koşullar
1. Saldırının Mevcudiyeti
Meşru savunmanın gerçekleşebilmesi için ilk olarak ortada bir saldırının bulunması gerekir. Bu saldırı, hukuken koruma altındaki bir menfaate yönelmiş olmalı ve insan eliyle gerçekleştirilen bir davranıştan kaynaklanmalıdır. Savunma yalnızca saldırıyı gerçekleştiren kişiye karşı değil, aynı zamanda başka bir bireyin maruz kaldığı saldırıya karşı da uygulanabilir. Nitekim, 765 sayılı Kanun döneminde olduğu gibi günümüzde de üçüncü kişiler yararına meşru savunma hakkı tanınmaktadır.
Saldırı çoğu zaman zor kullanma ya da tehdit yoluyla gerçekleşse de, bu şekilde olması şart değildir. Hukuka aykırı fiiller yalnızca fiziksel müdahalelerle sınırlı değildir; bir hakkın fiilen veya ihmalle ihlal edilmesi de saldırı olarak kabul edilebilir. Bu nedenle, örneğin bir kişinin izinsiz şekilde, bir evin duvarından ya da açık bir penceresinden içeri girmesi halinde, konut dokunulmazlığını koruma amacıyla orantılı şekilde karşı koymak mümkündür. Yargıtay da benzer durumların da meşru müdafaa kapsamında değerlendirilmesini uygun bulmuştur.
Her ne kadar bazı hakların ihlal edilmesi bir hukuka aykırılık teşkil etse de, bunlar her zaman meşru savunma hakkını doğurmaz. Örneğin, bir kişiye yönelik hakaret, tek başına savunma hakkının kullanılması için yeterli sayılmaz. Bu gibi durumlarda, karşılık hakaretinde bulunulması halindeTCK 129. maddesi gereği failin cezalandırılmaması mümkündür. Aynı şekilde, doğrudan bir saldırı oluşturmayan; örneğin “seni öldürürüm” gibi ileriye dönük soyut tehdit ifadeleri, savunma hakkının devreye sokulmasına yasal zemin oluşturmaz. Cinsel dokunulmazlığa yönelik olarak sözle yapılan sataşmalar ya da sarkıntılık içeren söylemler de hukuken meşru savunmayı gerektiren birer saldırı olarak değerlendirilemez.
Bir saldırının meşru savunmayı haklı kılması için mutlaka güncellik arz etmesi, yani o anda fiilen mevcut bir tehlike oluşturması gerekir. Başka bir deyişle, saldırının geçmişte kalmış olması ya da henüz gerçekleşmemiş olması durumunda, savunma hakkından söz edilemez. Bu çerçevede, Yargıtay’ın bir kararında, maktulün, mağdurenin evinin önüne gelerek cinsel birliktelik teklifinde bulunmasına rağmen henüz eve girmeye teşebbüs etmemişken mağdurenin onu tüfekle vurarak öldürmesi, o anda başlamış bir saldırı bulunmadığı gerekçesiyle meşru savunma kapsamında değerlendirilmemiş; eylemin haksız tahrik altında işlendiği kabul edilmiştir.
Bunun dışında, meşru savunmanın geçerli olabilmesi için saldırıyı gerçekleştiren şahsın belirli olması ve savunma eyleminin doğrudan bu kişiye yöneltilmesi gerekir. Eğer saldırının faili tespit edilemiyor ya da tanınamıyorsa, savunma hakkının hukuki temeli ortadan kalkar. Öte yandan, saldırıyı başlatan kişinin cezai ehliyetinin bulunup bulunmaması meşru savunma açısından önem taşımaz. Cezai sorumluluğu olmasa dahi, fiilen bir tehlike oluşturan kişiye karşı savunmada bulunmak hukuken mümkündür.
Bir saldırının meşru müdafaa kapsamında değerlendirilebilmesi için, failin kim olduğunun açıkça biliniyor olması ve bu nedenle savunmanın da doğrudan o kişiye yönelmiş olması gerekir. Dolayısıyla, saldırıyı gerçekleştirenin kimliği belirlenemiyorsa, meşru müdafaa söz konusu olamaz. Bununla birlikte, saldırgan ceza sorumluluğuna sahip olmasa bile, ona karşı meşru müdafaada bulunulabileceği anlamına gelmez.
Saldırının mutlaka bir suç teşkil etmesi gerekmeyip, genel anlamda hukuka aykırı bir eylem olması yeterlidir. Ancak, eğer eylem ceza hukuku kapsamında suç sayılıyorsa, failin icra hareketlerine fiilen başlamış olması gerekir. İcra aşamasına geçilmeden savunmaya başvurulmuşsa, bu durumda saldırının gerçekleştiğinden söz edilemez. Bu tür durumlarda, failin bir yanılgıya düşüp düşmediği ayrıca incelenmelidir.
Yargıtay, kurusıkı silahla üzerine gelen kişiyi gerçek bir silahla vurarak öldüren sanığın meşru müdafaa hakkından yararlanması gerektiğine hükmetmiştir.
2. Saldırının Haksız ( Hukuka Aykırı ) Olması
Bir eylemin meşru müdafaa kapsamında değerlendirilebilmesi için, saldırının haksız olması—yani hukuka aykırı bir davranış içermesi—yeterlidir. Ancak, ilk bakışta hukuk dışı gibi görünen bir davranış, eğer başka bir hukuk kuralı çerçevesinde hukuka uygun kabul ediliyorsa, bu durumda haksız bir saldırıdan söz edilemez. Her ne kadar suç teşkil etmese de, haksız fiil niteliğindeki bir saldırıya karşı savunma yapılması mümkündür. Buna karşın, saldırı açıkça suç kapsamındaysa, failin icra hareketlerine başlamış olması gerekir. Yani eylem henüz düşünce aşamasındayken değil, fiili olarak hayata geçirilmeye başladığında meşru savunma devreye girer.
Eğer bir kişi hukuken tanınan bir hakkını kullanıyorsa ya da bir yasa hükmünü ya da amirin emrini yerine getiriyorsa, bu tür durumlar hukuka uygunluk taşıdıkları için, yapılan fiil haksız kabul edilemez. Bu bağlamda, hukuki bir gerekçeye dayanarak hareket eden bireylere karşı meşru müdafaa ileri sürülemez. Örneğin, hakkında verilmiş bir yakalama kararını yerine getiren bir kolluk görevlisine ya da suçüstü durumunda bir şüpheliyi yakalama yükümlülüğünü yerine getiren kişilere (CMK m.90) karşı meşru müdafaa savunulamaz. Her ne kadar yasa koyucu, yakalama sırasında gerekli ölçüde zor kullanılmasına izin verse de, silah kullanma yetkisi yalnızca güvenlik görevlilerine verilmiştir. Bu nedenle, örneğin bir sivilin suçüstü halinde bir şüpheliyi yakalamaya çalışırken silah kullanması durumunda, şüphelinin canını korumak için karşılık vermesi ve bu sırada saldırganı öldürmesi meşru müdafaa kapsamında değerlendirilebilir.
Öte yandan, bir kamu görevlisi görevini yerine getirirken yetki sınırlarını aşar ya da keyfi biçimde hareket eder, yani aslında yetkisi olmadığı halde cebir veya tehdit kullanırsa, bu durumda söz konusu görevliye karşı meşru müdafaa hakkının kullanılabileceği genel olarak kabul görmektedir. Örneğin; gözaltına alınması gereken bir kişinin, polisle karakola gitmemek için direndiği sırada, memurun bu direnci kırmak adına zor kullandığı ancak bu zoru orantısız bir şekilde uyguladığı bir durumda, sorumluluk iki taraflı doğar. Direniş sergileyen kişinin, bizzat zor kullanılmasına neden olduğu unutulmamalıdır. Aynı zamanda, memur da hukuken tanınan yetkileri çerçevesinde hareket ettiği için, eyleminin hukuka aykırı olduğu söylenemez. Dolayısıyla, kişinin polise karşı geliştirdiği tepki meşru müdafaa olarak nitelendirilemez; fakat bu davranış, haksız tahrik kapsamında değerlendirilebilir.
Eğer görevli kişi, sahip olduğu zor kullanma yetkisini bilerek ve isteyerek aşar, yani bu yetkiyi kasıtlı şekilde kötüye kullanırsa—bu durumda TCK 256 maddesinde düzenlenen kasten kötü muamele suçu gündeme gelir—eylemin haksız niteliği ortaya çıkar. Böyle bir durumda, görevlinin yasa dışı fiiline karşı yapılan savunma da meşru müdafaa kapsamında değerlendirilebilir.
Saldırıyı gerçekleştiren kişinin cezai açıdan sorumlu tutulabilir olması, meşru savunmanın varlığı açısından zorunlu değildir. Yani, fail cezadan muaf tutulabilecek bir durumda olsa bile, ona karşı meşru müdafaada bulunulabilir. Örneğin; mal varlığına yönelik bir saldırıda bulunan kişinin eylemi, fail eş, kardeş gibi yakın bir akraba ise ve TCK167 maddesi uyarınca cezalandırılmıyor olsa bile, bu kişiye karşı savunma hakkı doğar ve meşru müdafaa uygulanabilir hale gelir.
Ayrıca, saldırının bir insan fiilinden kaynaklanması gerekir. Hayvanlar tarafından yapılan saldırılar, hukuken “haksız saldırı” kapsamına girmediğinden, bu tür durumlarda meşru müdafaadan değil, zorunluluk hâlinden söz edilebilir. Ancak burada dikkat çeken bir istisna da vardır: Eğer bir hayvan, bir insan tarafından kasten saldırı amacıyla yönlendirilmişse—örneğin bir köpek kasıtlı olarak saldırtılmışsa—artık bu saldırı bir insan eylemine dayanıyor sayılır. Bu durumda, söz konusu fiil meşru savunma çerçevesinde değerlendirilebilir.
İlk haksız fiili gerçekleştiren kişinin, bu davranışı sonucu bir saldırıya maruz kalması halinde, bu tür haksız davranışların saldırıyı tahrik etmiş olması, kişinin meşru savunma hakkını ortadan kaldırmaz. Bunun temel nedeni, yürürlükteki ceza mevzuatımızda haksız tahrikin sadece cezayı hafifletici bir unsur olarak düzenlenmiş olmasıdır; yani haksızlık niteliğini tümüyle ortadan kaldırmamaktadır.
Örneğin, bir kişiye hakaret eden ya da onun eşiyle cinsel ilişki yaşayan bir bireyin, sonrasında bıçaklı saldırıya uğraması durumunda, bu kişi meşru müdafaadan yararlanma hakkına sahiptir. Bununla birlikte, eğer bir kişi bilerek ve isteyerek meşru müdafaa ortamı oluşturmak amacıyla haksız bir davranışta bulunmuşsa, artık bu kişi meşru savunma hakkına dayanamaz. Bu noktada, niyet ve eylemin yönlendirilme biçimi önem kazanmaktadır.
Ayrıca, kasten işlenen ve aynı zamanda haksız tahrik oluşturan bir eylem, kendi başına bir saldırı niteliği taşıyorsa, bu durumda saldırıyı başlatan kişi meşru müdafaadan faydalanamaz. Örneğin; bir kadına yönelik cinsel saldırıda bulunan (A), olaya müdahale etmek amacıyla elinde bıçakla yaklaşan (B)’yi silahıyla vurarak öldürürse, (A)’nın bu eylemi meşru müdafaa kapsamında değerlendirilemez. Çünkü burada saldırı hakkına sahip olan (B) iken, (A) zaten haksız bir fiil içindedir.
Özellikle kavgalar söz konusu olduğunda, kimi durumlarda ilk haksız saldırıyı başlatanın kim olduğunun tespit edilememesi ve her iki tarafın da saldırıya yönelik hazırlık içinde bulunması ya da fiilen saldırı gerçekleştirmesi halinde, meşru savunma hükümlerinin uygulanamayacağı yönünde görüşler ileri sürülmektedir. Kavga, esasen karşılıklı olarak cebir ve güç kullanımına dayanan, tarafların birbirlerine fiziksel müdahalede bulunduğu bir çatışma hâlidir. Bu çerçevede, her iki taraf da karşısındakine zarar verme amacıyla hareket ettiğinden, bu durum klasik anlamda bir saldırı-savunma ilişkisi doğurmaz.
Yüksek Mahkeme, ilk saldırıyı kimin başlattığının tespit edilemediği çatışmalarda, meşru müdafaaya yer olmadığını çeşitli kararlarında açıkça ifade etmiştir. Nitekim bir kararında şöyle denmiştir: “Gerekçede ilk silahlı saldırının hangi tarafça başlatıldığının belirlenemediği ifade edildiği hâlde, yerleşmiş içtihada uygun olarak ağır tahrik kapsamında kasten insan öldürme ya da öldürmeye teşebbüs suçları yönünden hüküm verilmesi gerekirken, kuşkunun sanık lehine değerlendirilip 5237 sayılı TCK’nın 25/1. maddesine dayanılarak meşru savunma hükümleri uygulanması, kararın bozulmasını gerektirmiştir.”
Bu bağlamda, kavgada tarafların birbirine yönelik bilinçli ve karşılıklı saldırı içinde oldukları durumlarda, hukuk düzeni meşru savunmayı kabul etmeme eğilimindedir. Zira savunmadan söz edilebilmesi için bir tarafın açıkça mağdur konumunda olması, yani saldırıya maruz kalan konumda bulunması gerekmektedir.
Yargıtay, karşılıklı gerçekleşen saldırı söz konusu olduğunda, her iki tarafın fiillerinin de soruşturma kapsamında ele alınması gerektiği görüşündedir. Buna göre, eylemlerin hukuki niteliklerinin belirlenmesi ve değerlendirilmesi, ancak her iki taraf açısından da sürecin yürütülmesiyle mümkün olabilir. Gerçekten de, taraflardan yalnızca biri hakkında dava açılmış ve diğeri hakkında herhangi bir soruşturma yapılmamışsa, bu durum ikinci tarafın eyleminin kapsamlı biçimde incelenmesini ve tartışılmasını oldukça zorlaştırmaktadır. Yargıtay’ın bu yaklaşıma örnek teşkil eden bir kararında, maktulün sopayla ilk saldırıyı başlattığı bir olayda, maktule karşı bıçakla karşılık veren sanığın eylemi değerlendirilmiş ve maktulü bıçakla yaralayan oğlunun meşru müdafaa hakkından faydalanabileceği kabul edilmiştir. Bu karar, karşılıklı eylemlerin mahiyetine dikkatle yaklaşılması gerektiğini göstermektedir.
Başka bir örnekte ise, aralarında daha önceden husumet bulunan iki kişinin kavgaya tutuşması sonucu birbirlerini yaraladıkları olayda, Yargıtay meşru müdafaa şartlarının gerçekleşmediği sonucuna varmıştır. Bu tür durumlarda, karşılıklı saldırıların niteliği, tarafların önceki ilişkileri ve olayın gelişim biçimi göz önünde bulundurularak değerlendirme yapılmaktadır.
Yine benzer şekilde, borcunu tahsil etmek amacıyla maktulün yanına giden bir kişinin, maktulün “ödemeyeceğim” şeklindeki cevabının ardından hakarete varan sözler söylemesi üzerine çıkan kavgada, tarafların yumruklaşmaya başlaması ve sanığın maktulü öldürmesi olayında, Yargıtay meşru müdafaa değil, haksız tahrik hükümlerinin uygulanması gerektiğine hükmetmiştir.
3. Saldırının Bir Hakka Yönelik Olması
TCK’nın 25. Maddesi uyarıca saldırının herhangi bir “hakka” yönelmiş olması meşru müdafaa için yeterli kabul edilmiştir. Bu düzenleme sayesinde, hukukun koruma kapsamına aldığı herhangi bir değer saldırıya uğradığında, bireyin meşru savunma hakkını kullanması mümkün hale gelmiştir.
Bu bağlamda, sadece yaşam ve beden bütünlüğü gibi temel haklar değil; aynı zamanda cinsel özgürlük, kişi özgürlüğü, konut dokunulmazlığı, malvarlığı ve mülkiyet hakları gibi birçok kişisel hak da meşru savunmanın konusu olabilir. Bu genişletilmiş koruma anlayışı, kanun maddesinin gerekçesinde de açıkça ifade edilmiştir. Yani saldırının yalnızca fiziksel bütünlüğe yönelik olması şart değildir; korunan her türlü hak, saldırının hedefi olduğunda savunma hakkını beraberinde getirebilir.
Mülkiyet hakkına yönelik saldırılara karşı direniş hakkı, ayrıca Türk Medeni Kanunu’nun 981. maddesiyle düzenlenmiş olup, bu durum çoğu hukukçu tarafından hak kullanımına ilişkin genel ilke (m.26) çerçevesinde değerlendirilmektedir. Öte yandan, bir saldırının fiilen gerçekleşmiş olması gerekir; ancak bu saldırının mutlaka ağır nitelikte olması şart değildir. Bu bağlamda, ceza hukuku öğretisinde, örneğin bir erkeğin sokakta laf attığı genç kızın, buna tepki olarak çantasıyla ona vurması halinde, genç kızın meşru savunmadan yararlanabileceği yönünde görüşler ileri sürülmektedir. Burada saldırı fiziksel açıdan çok ağır olmasa da, hukuka aykırılığı nedeniyle savunmayı haklı kılmaktadır.
Ayrıca, saldırının yalnızca savunmayı gerçekleştiren kişinin değil, üçüncü bir şahsın hakkına yönelik olması da mümkündür. Böyle durumlara, “üçüncü kişi lehine meşru savunma” adı verilmektedir. Yani, savunmayı yapan kişi doğrudan saldırının hedefi olmasa dahi, bir başkasının hakkını korumak adına meşru müdafaada bulunabilir.
3. Saldırının Savunma Anında (Hâlen) Devam Ediyor Olması
Mevzuatta, “…gerçekleşmiş, gerçekleşmesi ya da tekrar etmesi kesin olan haksız bir saldırıyı… bertaraf etme zorunluluğu” içinde hareket edilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Bu ifadeye göre, bir eylemin meşru müdafaa kapsamında değerlendirilebilmesi için ya saldırının fiilen sürüyor olması, ya da yakın bir gelecekte gerçekleşeceğinin ya da tekrarlanacağının kesin olarak öngörülebilir olması gerekir. Kanun koyucu, bu hükümle savunma hakkının yalnızca mevcut ve somut bir tehdit karşısında kullanılabileceğini açıkça belirtmiştir.
Buradan hareketle, sona ermiş bir saldırının ardından, yalnızca geçmişte yaşananlara karşılık olarak yapılan bir eylem meşru müdafaa kapsamında değerlendirilemez. Ancak saldırı geçmiş olsa bile, eğer yeniden gerçekleşme ihtimali kesin nitelik taşıyorsa, bu da savunmayı haklı kılabilir. Bu durumda önemli olan, savunmanın gerçekleştiği anda, hukuka aykırı saldırının hâlâ etkisini sürdürüyor ya da tekrar etme ihtimalinin mutlak görünüyor olmasıdır.
Saldırıya karşı savunmanın zamanlaması da oldukça belirleyici bir unsurdur. Çünkü savunma geciktirilirse, bireyin korunmaya değer hakkı tehdit altında kalabilir. Dolayısıyla, hukuka aykırı bir saldırı ya da tehlike mevcutsa ve bu tehdit derhal giderilmediği takdirde ciddi sonuçlar doğurabilecekse, bu koşullarda meşru savunma devreye girer.
Bir saldırının başlamış sayılabilmesi için fiilin tümüyle icra edilmiş olması şart değildir; icra hareketlerine başlanmış olması yeterlidir. Aksi takdirde, saldırının tam anlamıyla gerçekleşmesi durumunda savunma hakkının fiilen kullanılamaması ve mağdurun zarar görmesi riski doğar. Bu nedenle, savunma hakkı, salt saldırının tamamlanmasını beklemekle sınırlı tutulamaz.
Yargıtay, mağdurun elindeki bıçağı alarak saldırıyı etkisiz hale getiren bir sanığın, saldırı sona ermesine rağmen aynı bıçakla mağdura vurup onu yaralaması durumunu incelediği bir kararında, saldırının devam ettiğine ya da yeniden başlayacağına dair somut bir belirti bulunmadığı için meşru savunma koşullarının oluşmadığını ifade etmiştir.
Dolayısıyla, meşru savunmadan söz edebilmek için saldırının ya hâlihazırda sürüyor olması ya da çok kısa bir süre içinde gerçekleşeceğinin kesin olması gerekir. Uzun vadede gerçekleşme ihtimali bulunan tehditler, bu kapsamda değerlendirilmez. Örneğin, bir kişinin düşmanına “Seni bir gün öldüreceğim” şeklinde tehditte bulunması, meşru müdafaa şartları olan “mevcut saldırı” ve “saldırı anında savunma” unsurlarını karşılamaz. Buna karşılık, bir bireyin çocuğunun kaçırılması ve ardından onu öldürmekle tehdit edilmesi gibi bir durumda, meşru savunma koşulları oluşmuş kabul edilir. Çünkü bu tür bir olayda, çocuğun özgürlüğü fiilen ihlal edilmiş durumdadır ve müdahale edilmezse her an ölüm riskiyle karşı karşıya kalabilir.
Gerçekleşmesi ya da tekrarlanması kesin olan bir saldırıdan söz edildiğinde, bu genellikle çok yakın bir zaman diliminde başlayacak ya da yeniden meydana gelecek bir saldırıyı ifade eder. Bir başka deyişle, saldırının hemen gerçekleşmesi ya da tekrar etmesi yönünde ciddi bir tehlike varsa, bu durumda meşru müdafaa şartlarının oluştuğu kabul edilir.
Özellikle, kesintisiz şekilde süregelen saldırı hareketlerinin varlığı söz konusuysa, bu tür durumlarda saldırının hâlâ sona ermediği, dolayısıyla savunma hakkının devam ettiği kabul edilir. Ancak, saldırı fiilen sonlanmış ve tekrarlanacağına dair herhangi bir güçlü belirti ya da işaret mevcut değilse, bu noktada yapılan savunma, zamanlama açısından meşru savunma şartlarını karşılamaz. Yani, saldırı ve savunmanın aynı anda cereyan etmesi şartı gerçekleşmemiş olur.
Bu nedenle, savunma hakkının kullanılabilmesi için yalnızca bir saldırının varlığı değil, bu saldırının ya devam ediyor olması ya da çok kısa süre içinde başlayacağının kesin olarak öngörülebilmesi gerekmektedir.
Somut olayın niteliğine göre, bir saldırının gerçekten başlayıp başlamadığı ya da gerçekleşmesinin veya tekrarının kesin olup olmadığı ayrı ayrı değerlendirilmelidir. Her zaman fiziksel saldırının başlaması gerekmez; bazen yalnızca icra hareketlerine geçilmesi bile, yakın bir tehlikenin varlığını gösterebilir. Özellikle, henüz darbe vurulmamış olsa da, saldırganın elinde bıçakla bir kişiye doğru ilerlemesi gibi durumlar, saldırının fiilen başladığı şeklinde yorumlanmalıdır. Aksi halde, savunma hakkı yalnızca saldırı tümüyle gerçekleştiğinde tanınırsa, mağdurun kendisini koruma olanağı kalmayabilir.
Yargıtay da bu konuda net bir örnek sunmuştur. Bir kararında, mağdurenin cinsel saldırıya uğramak üzere olduğu bir olayda, saldırganın yatak odasının camını kırmaya çalıştığı esnada içeriden mağdurenin ateş ederek saldırganı öldürmesini, meşru savunma olarak değerlendirmiştir. Bu olayda, saldırının fiilen başlamış olduğu kabul edilmiştir.
Diğer bir örnekte ise, üçüncü bir kişi adına meşru savunmada bulunmak amacıyla olaya müdahil olan sanığa yönelik saldırganın “Sen karışma!” diyerek yönelmesi, saldırının sona erdiği şeklinde yorumlanmamıştır. Aksine, bu söz ve eylem, sanığa yönelen yeni bir saldırı olarak değerlendirilmiştir.
Bunun yanı sıra, meşru savunma sınırının korku, panik ya da yoğun bir heyecan nedeniyle aşılması hâlinde, failin cezalandırılmaması mümkündür. Türk Ceza Kanunu’nun 27/2. maddesi, bu tür ruhsal dalgalanmaların etkisiyle yapılan sınır aşımını hukuki anlamda mazur görebileceğini açıkça belirtmektedir. Yani, kişi meşru savunma hakkını kullanırken yaşadığı olağan dışı ruhsal durum nedeniyle ölçüsüz bir tepki verirse, bu durum cezai sorumluluğu ortadan kaldırabilir.
Savunmaya İlişkin Koşullar
1. Savunmanın Zorunlu Olması
Kanunda yer alan “saldırıyı o anda, olayın şart ve koşullarına göre… bertaraf etme zorunluluğu” ifadesinden de açıkça anlaşılacağı üzere, meşru savunmanın hukuken geçerli sayılabilmesi için saldırının ya da ciddi bir tehlikenin derhal ortadan kaldırılmasının mutlak bir gereklilik arz etmesi gerekir. Özetle, savunma eylemi, sadece zorunlu olduğu anda ve o an için başka bir çarenin bulunmadığı durumlarda hukuken meşru kabul edilir. Aksi takdirde, savunma adı altında yapılan eylem, orantısız bir müdahale olarak değerlendirilebilir.
Ancak burada dikkat edilmesi gereken önemli bir husus vardır: Kişinin, saldırıyı başka yollarla savuşturabilmesi için kendi kişilik değerlerinden ödün vermesi—örneğin saldırgana yalvarması, özür dilemesi ya da kendisini aşırı risk altına sokacak biçimde kahramanca davranması—beklenemez. Böyle bir fedakârlığın şart koşulması hukuken ve etik açıdan makul kabul edilemez. Bu nedenle, savunmanın zorunlu olup olmadığı her somut olay özelinde, olayın koşulları gözetilerek değerlendirilmelidir.
Benzer şekilde, saldırıya uğrayan kişinin kendini korumaya yönelik bazı çabalar göstermesi doğal olarak beklenebilir; ancak bu durum, ondan kaçmasını veya saldırı mahallinden uzaklaşmasını zorunlu kılmaz. Bununla birlikte, Yargıtay, kaçma imkanı bulunmasına karşın, savunmayı tercih eden kişinin de meşru savunmadan yararlanabileceğini kabul etmiştir. “Yasal savunmada sanığa kaçma mükellefiyeti yüklenemeyeceği gibi, sanıktan kaçarak kurtulması istenemez. Failin kaçma olanağının bulunup bulunmadığı da dikkate alınamaz.”
Bir saldırıya karşı hemen savunmaya geçmenin gerekip gerekmediğini belirleyebilmek için, çeşitli faktörlerin birlikte değerlendirilmesi gerekir. Saldırının yöneldiği hukuki menfaat, saldırının şiddet seviyesi, saldırganın kararlılığı ve olayda kullanılan araçların özellikleri gibi kriterler bu değerlendirmede dikkate alınmalıdır.
Yargıtay, bir kararında, saldırıya uğrayan kişinin aracındaki tüfeği alarak kendisine yönelenleri ölümle tehdit ettiği bir olayda, olay yeri ve saati göz önünde bulundurularak, ayrıca yanında bulunan işçilerin yardım edebilecek durumda olması nedeniyle meşru savunma şartlarının oluşmadığını belirtmiştir. Bir başka kararda ise, maktul tarafından bıçakla yaralanan kişinin, maktulün bıçağını elinden almasına rağmen, kaçan kişiyi kovalamış ve onu sırtından bıçaklayarak öldürmüştür. Bu olayda, saldırının sona erdiği, buna rağmen failin saldırıya devam ettiği ve bu nedenle meşru savunmadan yararlanamayacağı sonucuna varılmıştır.
Başka bir olayda, Yargıtay, mağdurun sanığa tokat atması ve sanığın buna karşılık vermesi üzerine, mağdurun tornavida ile karşı saldırıya geçmesinden sonra, sanığın olay yerinden ayrılarak aracına gidip bıçak alarak geri dönmesi ve mağduru ağır yaralaması fiilini, meşru savunma kapsamında değerlendirmemiştir. Bu kararın gerekçesi, mağdurdan gelen saldırının sona ermiş olması ve sanığın olay yerinden uzaklaşıp yeniden dönerek kasten hareket etmesidir.
Benzer şekilde, saldırganın silahının etkisiz hale getirilerek saldırının sona erdirilebileceği bir durumda, buna rağmen savunmaya devam edilirse, meşru müdafaa için gereken “devam eden saldırı” şartı sağlanmış sayılmaz.
Ancak bazı olaylarda, Yargıtay meşru savunma şartlarının oluştuğu kanaatine varmıştır. Örneğin, gece vakti sanığın işlettiği büfeye hırsızlık amacıyla girilmesi üzerine, malvarlığına yönelen saldırıyı önlemek için, sanığın hedef almadan rastgele ateş açtığı ve bu atışlardan birinin ölümle sonuçlandığı olayda, savunma zorunluluğu ve orantılılık ilkelerinin gerçekleştiği kabul edilmiştir.
2. Savunmanın Saldırgana Karşı Yapılması
Meşru savunma, doğrudan bir haksız saldırıya karşı koymak ve bu saldırıyı bertaraf etmek amacıyla gerçekleştirilir. Bu nedenle, savunma hareketinin saldırıyı gerçekleştiren kişiye yöneltilmiş olması esastır. Savunma, yalnızca saldırıda bulunan bireye ya da bireylere karşı yapılmalıdır; saldırıya katılmayan bir kişiye yönelik gerçekleştirilen eylem, meşru müdafaa sayılmaz. Bu gibi durumlarda, fail cezai sorumluluktan muaf tutulamaz.
Örneğin, saldırıyı gerçekleştiren kişi yerine, onun yanında bulunan ancak saldırıya fiilen katılmayan bir kişiye—örneğin saldırganın çocuğuna—fiziksel müdahalede bulunarak onu yaralayan kişi, meşru savunma hükümlerinden faydalanamaz ve hukuken sorumlu tutulur. Ancak, eğer kişi bir yanılgı sonucunda, saldırıda bulunduğunu sandığı kişiye karşı savunma uygulamışsa, bu durumda “hata” kavramı devreye girer ve Türk Ceza Kanunu’nun ilgili hükümleri doğrultusunda değerlendirme yapılır.
Ayrıca, savunma kastıyla yapılan eylemin istem dışı bir şekilde başka birine zarar vermesi halinde, yani zararın bir sapma sonucu meydana gelmesi durumunda, meşru savunma hakkı yine korunur. Örneğin, saldırgan (A)’nın açtığı ateşe karşılık veren (B)’nin yaptığı atış, (A)’nın ani bir hareketle yere kapanması nedeniyle arkasında duran (C)’ye isabet ederse, burada (B) yine de meşru savunma çerçevesinde korunur.
Yargıtay da bu tür durumlara ilişkin kararlarında, özellikle hata sonucu oluşan savunmalarda meşru müdafaanın geçerli olabileceğini kabul etmiştir.
3. Savunmanın Saldırı İle Orantılı Olması
Kanun metninde, savunma eyleminin saldırıyla orantılı olması gerektiği, “saldırı ile orantılı biçimde defetmek” ifadesiyle açıkça belirtilmiştir. Bu ifade, savunma hakkının, yalnızca saldırıyı etkisiz hale getirmek amacıyla kullanılabileceğini ve bu doğrultuda yapılan eylemlerin amacını aşmaması gerektiğini ortaya koyar. Başka bir deyişle, savunma hareketleri, saldırıyı bertaraf etmeye yetecek ölçüde olmalı; fakat bu amaca ulaşmak için gereğinden fazla güç kullanılmamalıdır.
Kanun gerekçesinde de aynı husus vurgulanmıştır: Savunmanın, saldırıyı etkisiz kılacak düzeyde ama onu aşmayacak şekilde yapılması gereklidir. Burada amaç, saldırının ortadan kaldırılmasıdır; saldırana zarar vermek ya da onu cezalandırmak değildir.
Meşru savunma, bireyin hukuken korunmaya değer bir hakkına yönelik gerçekleşen haksız saldırıyı savuşturmasına olanak tanıyan, hukuken meşru ve geçerli bir savunmadır. Ancak bu hak, kötüye kullanılmamalıdır. Eğer saldırıya uğrayan kişi, durumu kendi lehine çevirerek aşırı ve ölçüsüz bir tepki verir ve saldırının ağırlığıyla kıyaslandığında çok daha ağır sonuçlara yol açacak bir şekilde hareket ederse, artık bu eylem hukuken savunma değil, saldırı niteliği kazanır ve hukuki korumadan faydalanamaz.
Savunmanın orantılı olmasından söz edildiğinde, bu ilke genellikle iki ayrı başlık altında incelenir: araçta orantılılık ve konuda orantılılık.
Araçta orantılılık; saldırganın kullandığı araç ile savunmada kullanılan araç arasında mantıklı ve makul bir dengenin kurulması gerektiği anlamına gelir. Bu bağlamda, kullanılan araçların birebir aynı olması gibi bir şart söz konusu değildir. Asıl önemli olan, savunma aracının mevcut saldırıyı ya da gerçekleşmesi kesin olan bir tehlikeyi bertaraf edebilecek nitelikte olmasıdır.
Öte yandan, araçlar arasındaki orantı yalnızca kullanılan aracın türüyle sınırlı olarak değerlendirilmemelidir. Olayın gerçekleştiği ortam, tarafların fiziksel ve psikolojik durumu, mevcut alternatiflerin etkinliği gibi pek çok unsur, bu değerlendirmeye dahil edilmelidir. Örneğin, saldırıya uğrayan kişi elinde başka bir savunma aracı bulunduruyor olsa bile, bu aracın saldırıyı etkisizleştirmek için yeterli güvenlik sunmaması hâlinde, daha güçlü bir savunma aracı kullanması hukuken makul karşılanabilir. Hatta bazı durumlarda, savunma amacıyla kullanılan aracın saldırganınkinden daha etkili olması gerekebilir ki bu, saldırganı caydırmak veya saldırının devamını engellemek açısından önemlidir.
Bu yaklaşım Yargıtay içtihatlarında da desteklenmiştir. Örneğin, elinde bıçak bulunan bir saldırgana karşı taş, sopa ya da tüfekle karşılık verilmesi mümkün görülebilir. Ters durumda da bu geçerlidir; örneğin, sopa ya da taşla saldıran kişiye karşı, saldırıya uğrayan kişinin tek savunma seçeneği bir tabanca ise, bu da orantılı savunma kapsamında değerlendirilebilir.
Nitekim Yargıtay’ın verdiği bir kararda, miras anlaşmazlığı nedeniyle silahsız birden fazla kişinin birlikte hareket ederek annelerini zorla evden çıkarmaya çalıştıkları olayda, annenin elindeki bıçağı sadece korkutma amacıyla sallarken bir kişiyi yaralaması, meşru savunma şartlarını oluşturduğu gerekçesiyle haklı bulunmuştur.
Yargıtay, çeşitli kararlarında araçta orantılılık ilkesine dair önemli örnekler sunmuştur. Örneğin, annesine yönelik cinsel içerikli bir saldırıyı engellemek amacıyla saldırganı bıçakla kalçasından hafif şekilde yaralayan kişinin eyleminde, saldırı ile savunmanın ölçülü olduğu sonucuna varılmıştır. Benzer şekilde, bir başka olayda, sanığın bir grup kişi tarafından dövülmek üzere olması üzerine havaya ateş açarak korkutma yolunu seçmesi, meşru savunma kapsamında değerlendirilmiştir.
Araçta orantılılık yalnızca kullanılan aracın türüne indirgenemez; bu araç ya da silahın nasıl ve hangi yoğunlukta kullanıldığı da önemlidir. Eğer savunma aracı, saldırıyı etkisizleştirmek veya tehdidi ortadan kaldırmak için gereken ölçüden daha ağır bir biçimde kullanılmışsa, bu durumda savunma orantılı sayılamaz. Örneğin, sopayla saldıran bir kişiye karşılık olarak tüfekle önce havaya ateş etmek ya da saldırganı kolundan ya da bacağından yaralayarak durdurmak mümkünken, doğrudan ölümcül bir noktayı hedef alarak ateş edilmesi durumunda orantı ilkesinin ihlal edildiği ve meşru müdafaa sınırının aşıldığı kabul edilir.
Ancak bu değerlendirme yapılırken olayın tüm koşulları dikkate alınmalıdır. Tarafların fiziksel güç dengesi, cinsiyet farkı, olayın meydana geldiği yer ve zaman, failin yaşadığı ruhsal durum ve olaya özgü diğer etkenler birlikte değerlendirilmelidir. Örneğin, fiziksel olarak oldukça güçlü bir kişinin, zayıf yapılı bir mağdura karşı bıçakla saldırdığı bir durumda, sanığın av tüfeğiyle savunmaya geçerek doğrudan vücudu hedef alması, basit bir müdahale ile saldırının durdurulamayacağına olan inancı nedeniyle, orantılı kabul edilebilir.
Nitekim Yargıtay da bu yaklaşımı destekleyen bir kararında, böyle bir durumda savunmanın ölçülü olduğunu belirtmiştir. Ayrıca, başka bir olayda kalabalık bir grubun taş ve sopalarla saldırıya geçtiği bir durumda, uyarı atışlarına rağmen saldırının sürmesi üzerine sanığın tabancayla ateş ederek bazı kişileri yaralaması da meşru savunma kapsamında değerlendirilmiştir.
Konuda orantılılık; savunmada bulunan kişinin korumaya çalıştığı hukuki yararla, savunma sonucunda zarar verdiği saldırgana ait hukuki yarar arasında bir denge bulunmasını ifade eder. Ancak bu denge, zarar görebilecek hakların birebir eşdeğer ya da birbirine çok yakın olması gerektiği anlamına gelmez. Zira savunma sırasında, daha yüksek değerde görülen bir hakkı korumak adına, daha az öneme sahip bir hukuki yararın ihlal edilmesi kabul edilebilir.
Örneğin, bireyin cinsel dokunulmazlığını korumak amacıyla, saldırganın yaşam hakkının ihlal edilmesi ve öldürülmesi gibi bir durumda bile, konu bakımından orantılılık ilkesi sağlanmış sayılabilir. Bu tür durumlarda katı kurallar koymak ya da sabit bir değerler sıralaması belirlemek mümkün değildir. Her somut olay, kendi özel şartları içerisinde değerlendirilmelidir.
Ancak, eğer iki değer arasında belirgin ve bariz bir dengesizlik varsa, bu durumda savunmanın orantısız olduğundan söz edilebilir. Örneğin, sadece tokat atan küçük bir çocuğun ağır şekilde yaralanması ya da cinsel saldırıda bulunan bir kişinin, etkisiz hale getirilmesi yerine öldürülmesi durumları, savunmanın konu açısından orantılı olmadığı örneklerdendir.
Benzer şekilde, kendisine yalnızca yumrukla saldıran bir kişiye karşı, tabanca kullanılarak ve hedef gözeterek ateş edilip öldürülmesi hâlinde de, saldırıya uğrayanın koruduğu hakla saldırgana ait feda edilen hak arasında açık bir ölçüsüzlük bulunduğundan, bu eylem meşru savunma çerçevesinde değerlendirilemez. Böyle bir durumda, failin eylemi en fazla haksız tahrik hükümleri kapsamında değerlendirilebilir.
Konuda ya da araçta orantılılık değerlendirilirken, yalnızca eylemin dışsal boyutları değil, aynı zamanda savunmada bulunan kişinin olay anındaki ruhsal durumu ve içinde bulunduğu şartlar da dikkate alınmalıdır. Saldırının gerçekleştiği yer ve zaman, saldırıya uğrayan kişinin bulunduğu psikolojik atmosfer ve koşullar, onun savunma sırasında aşırı bir tepki vermesini haklı görebileceği bir algıya kapılmasına neden olabilir. Bu nedenle, savunmanın orantılı olup olmadığını değerlendirirken, sadece nesnel ölçütlere değil, sübjektif unsurlara da yer verilmesi gerekir.
Eğer yapılan savunma, objektif olarak orantısız bulunursa, bu durumda failin eylemi Türk Ceza Kanunu’nun 27/2. maddesi çerçevesinde değerlendirilmelidir. Yani, savunma sınırının korku, panik ya da yoğun bir heyecan haliyle aşılmış olması hâlinde, failin cezalandırılmaması mümkündür.
Yargıtay da bu tür olaylarda orantı değerlendirmesini yaparken yalnızca kullanılan araç ve sonuçlara bakmamakta; olayın tüm dinamiklerini, tarafların fiziksel durumlarını ve karşı karşıya geldikleri tehlikenin niteliğini de hesaba katmaktadır. Ayrıca, saldırının “o anda mevcut” olması koşulunu da dar anlamda değil, daha esnek ve olaya uygun şekilde yorumlamaktadır.
Yargıtay, verdiği bir kararında sanığın eylemini, “etkili bir saldırıya karşı, benzer ölçüde etkili bir savunmayla karşılık verilmesi” olarak değerlendirerek, savunmanın orantılı olduğunu ve meşru müdafaa kapsamında kaldığını belirtmiştir. Bir başka kararında ise, bıçaklı saldırıya maruz kalan kişinin, saldırganın hayati olmayan bir bölgesini hedef alarak etkisiz hale getirme imkânı varken, doğrudan göğüs ve karın gibi hayati bölgelere ateş açarak öldürmesinin, meşru savunma sınırlarını aştığı yönünde değerlendirme yapılmıştır.
Bununla birlikte, benzer bir olayda, bıçakla saldıran kişiye karşı silahla karşılık vererek saldırganı öldüren failin eylemi, meşru savunma kapsamında kabul edilmiştir. Ancak, başka bir dosyada, sanığın evine izinsiz girerek konut dokunulmazlığını ihlal eden, camları kırarak tehditler savuran ve saldırgan tavrını sürdüren ancak üzerinde silah bulunmayan bir kişiye karşı av tüfeğiyle ateş ederek ölümüne neden olan failin davranışı, Yargıtay tarafından savunma şartlarını taşımakla birlikte, orantısız güç kullanımı olarak yorumlanmış ve sınırın aşıldığına hükmedilmiştir.
Başka bir olayda ise, gece vakti silahla tehdit edilen bir kişinin, tehdit anında kendi tabancasını çekerek saldırgana karşılık vermesi ve boyun bölgesine ateş açarak onu yaralaması, mahkeme tarafından meşru savunma çerçevesinde değerlendirilmiştir. Aynı şekilde, bir kahvehanede kafasına demir boruyla vurularak saldırıya uğrayan ve saldırganın hamlesi devam ederken tabancasını çıkarıp havaya ateş eden kişinin eylemi, orantılı bir savunma olarak kabul edilmiştir.
4. Üçüncü Kişi Yararına Meşru Savunma
Kanunda yer alan “gerek kendisine gerek başkasına ait bir hakka yönelmiş… saldırıyı” ifadesi, bu hususu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu hükümden anlaşıldığı üzere, yasa koyucu yalnızca bireyin kendi haklarını değil, başkasına ait herhangi bir hakkı da savunmanın konusu olabilecek şekilde düzenlemiş, hak türüne dair herhangi bir kısıtlama getirmemiştir.
Üçüncü kişi adına meşru müdafaanın gerçekleşebilmesi için, saldırının mutlaka farklı bir şahıs tarafından gerçekleştirilmesi zorunlu değildir. Saldırgan, başka bir birey olabileceği gibi, kendisine zarar veren ve böylece üçüncü bir kişinin müdahalesini gerektiren biri de olabilir. Örneğin, elinde bıçakla kendisini yaralamaya çalışan bir kişiye karşı, onu durdurmak amacıyla yapılan müdahale de bu kapsama girer.
Ayrıca, üçüncü kişiye yardım eden kişinin, mutlaka saldırıya uğrayanla özel bir ilişki ya da yakınlık içinde olması gerekmez. Yani herhangi bir birey, olay anında müdahale ederek başkasına yönelik saldırıya karşı meşru savunma hakkını kullanabilir. Yasanın lafzı ve ruhu bu geniş yorumu mümkün kılmaktadır.
Üçüncü bir kişinin yararına meşru savunma söz konusu olduğunda, saldırıya uğrayan kişinin savunma yapılmasını istememesi halinde bu hakkın kullanılıp kullanılamayacağı tartışmalı bir meseledir. Bu durumda değerlendirme, saldırıya maruz kalan kişinin, hakkı üzerinde tasarruf yetkisine sahip olup olmamasına göre yapılmalıdır.
Eğer saldırıya uğrayan kişinin, maruz kaldığı hak ihlali üzerinde serbestçe tasarruf hakkı varsa ve bu kişi saldırıya rıza göstermiş ya da savunulmayı istememişse, o zaman onun adına meşru müdafaa yapılamaz. Örneğin, bir kişi sadece gücünü göstermek amacıyla başkasından karnına yumruk atmasını istiyorsa, bu eylemi gerçekleştiren kişiye karşı savunmada bulunmak mümkün değildir. Ancak üçüncü kişi bu rızadan haberdar değilse ve durumu ciddi bir saldırı olarak algılayarak müdahale ederse, bu bir yanılma hali sayılır ve meşru savunma kapsamında değerlendirilebilir.
Benzer şekilde, örneğin rekor kırma amacıyla birinin kendisini birkaç gün boyunca su dolu bir fanusa kapattırması gibi durumlarda da, bu kişi özgürlüğünden geçici olarak feragat etmiş sayılır. Dolayısıyla onu kilitleyen kişiye karşı meşru müdafaa hakkı doğmaz. Aynı şekilde, birinin malına el konulmasına sessiz kalması da, malvarlığı hakkından feragat anlamına gelir; bu durumda da onun adına savunmada bulunulamaz.
Ancak bizim kanaatimize göre, bu tür durumlarda saldırıya uğrayan kişinin sessiz kalışı, her zaman rızaya dayalı olmayabilir. Eğer saldırıya uğrayan kişi açıkça rıza göstermemişse ve sessizliği korkudan kaynaklanıyorsa—yani saldırgana karşı koyamadığı için müdahale etmiyorsa—bu durumda üçüncü kişinin meşru savunmada bulunması haklı ve hukuki kabul edilmelidir.
Eğer üçüncü bir kişinin, üzerinde serbestçe tasarruf hakkı bulunmayan bir hukuki menfaatine yönelik bir saldırı söz konusuysa ve bu kişi, saldırıya rıza gösterip savunulmak istemediğini belirtse bile, bu rıza hukuken geçerli kabul edilmez. Zira böyle bir durumda, saldırı meşru hale gelmez; aksine, hâlâ haksız nitelik taşır. Dolayısıyla, bu tür bir saldırıyı durdurmak amacıyla üçüncü kişi lehine meşru müdafaa yapılması mümkündür.
ZORUNLULUK (ZARURET) HALİ
1. Kavram ve Hukuki Nitelik
Zorunluluk ya da diğer adıyla zaruret (bazı kaynaklarda “ıztırar”) hali, kanunda şu şekilde tanımlanmıştır: “Gerek kişinin kendisine gerekse bir başkasına ait bir hakkın hedef alındığı, kişinin bu tehlikeye bilinçli olarak sebep olmadığı ve başka bir yöntemle bertaraf edilemeyecek derecede ağır ve kesin bir tehlikeden kurtulmak ya da başkasını kurtarmak amacıyla yapılan fiillerde; bu tehlike ile müdahale konusu arasında ve kullanılan araçlarla tehdit arasında makul bir orantı bulunması” şartıyla, hukuka aykırılık kalkar.
Zorunluluk hali ile meşru savunma arasında yapısal bazı farklar bulunmaktadır. Meşru müdafaa durumunda, söz konusu olan doğrudan bir “saldırı” dır ve bu saldırı her zaman bir insan davranışından kaynaklanır. Savunma eylemi, doğrudan saldırıyı gerçekleştiren kişiye yönelir. Oysa zorunluluk halinde durum farklıdır; burada tehlike, doğrudan bir saldırıdan değil, bir insan ya da hayvan davranışı yahut doğal bir olaydan doğabilir ve bu davranışlar çoğu zaman ne hukuka uygunluk ne de aykırılık bakımından değerlendirilebilecek nitelikte değildir.
Ayrıca, zorunluluk hâlinde tehlikeyi bertaraf etmeye yönelik hareketin, her zaman tehlikeyi doğuran unsura karşı yönelmesi gerekmez. Bu yönüyle meşru savunmadan ayrılır; çünkü savunma, mutlaka saldırana karşı yapılır.
Bunun yanında, zorunluluk hali ile cebir, şiddet veya tehditle suç işlenmesi arasında da belirgin farklar vardır. Cebir veya tehdit durumunda failin iradesi, başka bir insanın baskısıyla devre dışı bırakılmakta; birey, kendisine zorla yöneltilen bir iradeyle hareket etmekte ve adeta fail yerine kullanılan bir araç haline gelmektedir. Buna karşılık, zorunluluk hali söz konusu olduğunda, tehlike her zaman bir insan davranışına dayanmak zorunda değildir. Fail, tehlikeyi bertaraf etmek amacıyla kendi iradesiyle hareket eder ve bu eylemde özgür iradesiyle karar alır. Bu yönüyle de cebir altında hareket etmekten ayrışır.
Mücbir sebep ile zorunluluk hali arasında önemli bir ayrım bulunmaktadır. Mücbir sebep durumunda, dışsal ve kaçınılması ya da karşı konulması mümkün olmayan bir güç söz konusudur ve bu durumda failin kendi iradesini kullanma imkânı fiilen ortadan kalkar. Kişi, bu üstün gücün etkisiyle tamamen irade dışı bir şekilde hareket eder. Oysa zorunluluk halinde, failin gerçekleştirdiği eylem kendi bilinçli tercihine dayanır. Yani, tehlikeden kurtulmak için yapılan davranış, failin iradesiyle şekillenir ve dilerse bu davranışı gerçekleştirmeyebilir.
Yasal düzenlemelere bakıldığında, hem 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 25/2. maddesinin gerekçesinde zorunluluk halinin “kusurluluğu ortadan kaldıran bir neden” olarak tanımlanmış olması hem de 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 223/3. maddesinde bu halin kusuru kaldıran bir neden olarak açıkça ifade edilmesi, kanun koyucunun zorunluluk halini yeni ceza hukuku sisteminde bu doğrultuda değerlendirdiğini göstermektedir.
Bu bağlamda, gerek TCK gerekse CMK hükümleri incelendiğinde, zorunluluk halinin hukuka uygunluk sebebi değil, failin kusurluluğunu ortadan kaldıran bir mazeret nedeni olarak benimsendiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, böyle bir durumun varlığı hâlinde, Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 223/3. maddesi uyarınca, “kusurun bulunmaması nedeniyle ceza verilmesine yer olmadığı” yönünde karar verilmesi gerekmektedir.
2. Zorunluluk Halinin Sartları
Zorunluluk halinin kabul edilebilmesi için gereken şartlar; tehlikeye ilişkin ve korunmaya ilişkin şartlar olarak ikiye ayrılarak incelenmektedir:
Tehlikeye İlişkin Sartlar
- Ağır bir tehlikenin varliğ1
- Tehlikenin bir hakka yönelik olması
- Tehlikenin muhakkak olması
- Tehlikeye bilerek neden olunmaması
- Tehlikeye İlişkin Sartlar
- Ağır Bir Tehlikenin Varlığı
Tehlike, hukuken korunan bir hakka zarar gelme olasılığını ifade eder. Türk Ceza Kanunu’nun 25/2. maddesinde, bu tehlikenin “ağır” nitelikte olması gerektiği açıkça belirtilmiştir. Bu nedenle, zorunluluk halinden söz edebilmek için yalnızca herhangi bir tehlikenin varlığı yeterli olmayıp, söz konusu tehlikenin ciddi boyutta, yani ağır olması gerekir. Tehlikenin ağır sayılabilmesi için, hem tehlikenin kendisi hem de yol açabileceği zararın ciddiyeti dikkate alınmalıdır. Örneğin, bir insanın hayatını kaybetmesine, beden bütünlüğünün bozulmasına ya da diğer önemli bir hakkın ciddi şekilde ihlal edilmesine yol açabilecek durumlar ağır tehlike kapsamında değerlendirilir. Bu hususta, olayın özgün koşulları çerçevesinde bir değerlendirme yapılarak, tehlikenin ağırlığına hâkim tarafından karar verilmelidir.
Tehlikeye neden olan olgular farklı kaynaklardan gelebilir; bu kaynaklar arasında doğa olayları, hayvanların davranışları veya insan eylemleri yer alabilir. Örneğin; deprem, sel baskını, yangın, salgın hastalıklar, fırtına veya bir geminin batması gibi doğa olayları zorunluluk halini doğurabilir.
İnsan kaynaklı eylemler de bu kapsamda değerlendirilebilir. Örneğin, evde sigara içerken uyuyakalan bir kişinin yangına sebep olması durumunda, komşusunun kendini kurtarmak amacıyla bahçeye ya da balkona girmesi zorunluluk hali teşkil eder.
Buna ek olarak, açlık, susuzluk gibi temel biyolojik ihtiyaçların karşılanamaması, kazaların yol açtığı panik durumları ya da kişinin psikolojik yapısının doğal tepkileri de zorunluluk halinin dayanakları arasında sayılabilir. Örneğin, açlıktan dolayı yiyecek çalınması ya da annenin yaşamını tehdit eden bir durumda hamileliğin kürtaj yoluyla sonlandırılması bu duruma örnek olarak gösterilebilir.
Hayvan davranışları da zorunluluk haline yol açabilir. Azgın bir köpeğin ya da başka bir hayvanın saldırısından korunmak amacıyla başkasının evine girilmesi gibi olaylar, zorunluluk durumunun klasik örnekleri arasında yer almaktadır.
1. Tehlikenin Bir Hakka Yönelik Olması
Kanun koyucu, meşru müdafaada olduğu gibi, zorunluluk hali bakımından da müdahale konusu olarak “hak” kavramını esas almıştır. Bu bağlamda, kişinin herhangi bir temel hakkını tehdit eden bir tehlike söz konusuysa, zorunluluk hali hükümleri devreye girebilir. Yaşam hakkı, beden bütünlüğü, cinsel dokunulmazlık, kişi özgürlüğü, şeref, malvarlığı gibi kişisel haklar, zorunluluk halinin temelini oluşturabilecek haklar arasında sayılmaktadır.
Bu doğrultuda, çeşitli olağanüstü durumlar karşısında bireyin haklarını koruma amacıyla gerçekleştirdiği eylemler, zorunluluk kapsamında değerlendirilebilir. Örneğin, deprem sonrası kapısı açılmadığı için komşunun balkonundan evden çıkmaya çalışmak, denize çıplak girip kıyafetleri çalınan birinin başkasına ait kıyafeti giyerek eve dönmesi, izinsiz çekilen çıplak fotoğraflarının şantaj amacıyla kullanılacağından endişelenen birinin bu fotoğrafları alıp ortadan kaldırması gibi olaylarda zorunluluk hali gündeme gelebilir.
Tüm bu örneklerde olduğu gibi, kişinin hukuken korunmaya değer bir hakkına yönelik ciddi bir tehlikenin varlığı ve bu tehlikenin başka şekilde bertaraf edilememesi halinde, zorunluluk hali hukuki koruma sağlayan bir enstrüman haline gelir. Kanun metninde açıkça ifade edildiği üzere, tehlikenin “gerek kişiye gerekse başkasına ait bir hakka yönelmiş” olması gerekmektedir. Bu nedenle, ortaya çıkan tehlike sadece failin kendi hakkını tehdit etmekle kalmayabilir; aynı zamanda bir başka kişiye ait hakka da yönelebilir. Böyle bir durumda, yani tehlikenin bir başkasının hakkına zarar verme riski taşıdığı hallerde yapılan müdahale, üçüncü kişi yararına
2. Tehlikenin Kesin Olması
Zorunluluk halinin uygulanabilirliği için, söz konusu tehlikenin yalnızca ağır değil, aynı zamanda “kesin” bir nitelik taşıması gerekmektedir. Tehlikenin kesin olması, olayın hemen veya çok kısa bir zaman içinde gerçekleşme ihtimalinin kuvvetle muhtemel olduğu anlamına gelir. Bu tür bir tehlike karşısında, gecikmeden yapılan bir müdahale olmaksızın hukuki değerin ciddi zarara uğrayacağı öngörülmelidir. Diğer yandan, eğer bu tehlike acil bir müdahale gerektirmeyip, daha uygun şartlar oluşturulması amacıyla bir eyleme yönelinmişse, bu durumda tehlikenin kesinliği unsuru yerine getirilmemiş sayılacaktır.
Yargıtay, bazı kararlarında, sanığın dövülmekte olduğu bir ortamdan kaçmak için bir kimsenin konutuna ya da eklentisine sığınması gibi durumları zorunluluk hali kapsamında değerlendirmiştir.
Eğer failler, mevcut tehlikenin gerçekten kesin olduğu yanılgısıyla hareket etmişlerse, bu durumda hata hükümleri devreye girmelidir (TCK m.30/3).
3. Tehlikeye Bilerek Neden Olunmaması
Zorunluluk halinden bahsedebilmek için, bireyin içinde bulunduğu tehlikeyi bilerek, yani kasıtlı olarak yaratmamış olması gerekir. Zira yasa metninde, “bilerek neden olmadığı bir tehlike” ifadesi bu durumu açıkça belirtmektedir. Bu bağlamda, doğrudan ya da olası kast ile oluşan bir tehlikeye karşı gerçekleştirilen eylemler, zorunluluk kapsamında değerlendirilemez. Ancak, ihmal ya da dikkatsizlik gibi taksirle meydana gelen durumlarda, zorunluluk hali geçerli olabilir. Bununla birlikte, bazı hukukçular bilinçli taksir hallerini de “bilinçli” bir neden olma hali sayarak bu kişilerin de bu hükümden faydalanamayacağı görüşünü savunmaktadır.
Örnek vermek gerekirse; bir kişi, yasadışı şekilde ormanda yangın çıkararak alan açmak isterken kendini ateş içinde bulur ve kurtulmak amacıyla başkasına ait traktörü izinsiz alırsa, bu durumda zorunluluk hali uygulanmaz. Buna karşılık, otoyol çıkışını giriş sanarak yanlışlıkla giren ve tehlikeli durumu fark edip geri gitmek zorunda kalan bir kişi için, oluşan durum zorunluluk hali kapsamında değerlendirilebilir. Bu tür durumlarda failin davranışının istemli mi, ihmal kaynaklı mı olduğuna dikkat edilmelidir.
Korunmaya İlişkin Sartlar;
1. Başka Suretle Korunma Olanağının Bulunmaması
Zorunluluk hali, tehlikeden kurtulmanın tek makul ve etkili yolu bu zarar verici eylemse, ancak o zaman zorunluluk hali söz konusu olabilir. Alternatif, zarar vermeyen bir kurtuluş yöntemi varsa, bu durumda zorunluluk hali hükümleri uygulanamaz.
Eğer tehlike başka yollarla giderilebilecekken doğrudan bir kişinin hakkına zarar verilirse, bu eylem zorunluluk hali kapsamında değerlendirilemez ve ilgili kişi ceza sorumluluğundan muaf tutulamaz. Örneğin, tatil günlerinde açık olan nöbetçi eczaneden ilaç temin edilebilecekken, yakındaki kapalı eczanenin kapısını kırarak içeri giren kişi zorunluluk durumundan faydalanamaz. Aynı şekilde, tehlikeden saklanarak veya kaçarak uzaklaşmak mümkünken, daha kolay bir çözüm olarak başkasına zarar veren biri de bu hukuki haktan yararlanamayacaktır. Devletin ya da hukuk sisteminin sağlayabileceği koruma olanaklarının bulunmasına rağmen (ve bu olanaklara ulaşmada ciddi bir gecikme riski söz konusu değilse), yine başkalarının haklarına müdahale edilmesi durumunda zorunluluk hali geçerli olmayacaktır.
Tehlikeden korunma amacıyla gerçekleştirilen zorunlu bir eylemin, fail tarafından bilinçli (kasten) ya da ihmal sonucu (taksirle) gerçekleştirilmiş olması mümkündür. Bir başka ifadeyle, kişi hayati bir tehlikeden kurtulmak amacıyla kasti ya da taksirli biçimde hareket ettiğinde de, zorunluluk haline ilişkin hükümlerin koruyucu etkisinden yararlanabilir.
Yargıtay, bu konuda vermiş olduğu bir kararında, failin vahşi bir hayvan saldırısından arkadaşını korumak niyetiyle silahını ateşlemesi sonucunda, hedef dışı isabetle söz konusu kişiyi ölümcül şekilde yaraladığı somut olayda, zorunluluk halinin varlığını kabul etmiştir. Bu karar, failin koruma saikiyle gerçekleştirdiği eylemin hukuki nitelendirmesinde zorunluluk halinin dikkate alınabileceğini ortaya koymaktadır.
2. Tehlikenin Ağırlığı İle kullanılan vasıta arasında orantılılık bulunması,
5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 25/2. maddesinde, zorunluluk hâlinin oluşabilmesi için “tehlikenin ağırlığı ile konu ve kullanılan vasıta arasında orantı bulunmak” şartı öngörülmüştür. Bu bağlamda, korunmaya çalışılan hukuki yararın, feda edilen değere kıyasla daha üstün veya en azından eşdeğer bir niteliğe sahip olması gerekmektedir. Aksi takdirde, hukuki düzen zorunluluk savunmasından söz edilmesine izin vermez.
Örneklemek gerekirse, annenin hayatının ciddi biçimde tehlikede olduğu durumlarda gebeliğin sonlandırılması yahut çocuğun tedavisinde hayati öneme sahip bir ilaca erişilememesi hâlinde, eczane camının kırılarak ilaca ulaşılması, korunması gereken değerin üstünlüğü nedeniyle orantılı kabul edilir. Aynı şekilde, dağcılık sırasında aynı halata bağlı bireylerden biri, ipte oluşan yıpranma nedeniyle düşme tehlikesini bertaraf etmek amacıyla ipi keserek diğer kişilerin düşmesine sebep oluyorsa, burada da hayatlar arasında bir değer eşitliği ve orantı mevcuttur.
Buna karşılık, ihlale uğrayan menfaatin, korunmaya çalışılan haktan daha üstün ya da eşdeğer olmaması hâlinde, zorunluluk hâlinden bahsedilemez. Mesela yalnızca hafif bir zararı önlemek amacıyla ciddi bir mülkiyet hakkına müdahale edilmesi, orantı ilkesine aykırı kabul edilir.
Orantılılık yalnızca korunan ve ihlal edilen değerler arasında değil, ayrıca kullanılan araç bakımından da değerlendirilmelidir. Örneğin, açlık nedeniyle bir veya iki ekmeğin alınması makul görülebilirken, tüm ekmeklerin alınması ve bir kısmının ticari kazanç amacıyla satılması, meşru zorunluluk sınırlarını aşmaktadır.
3. Tehlikeye Göğüs Germe Yükümlülüğünün Bulunmaması
Bazı özel durumlarda hukuk düzeni, bireylerden karşılaştıkları tehlikelere direnmelerini ve bu tehlikeleri göze almalarını bekleyebilir. Böyle bir yükümlülüğün mevcut olduğu hallerde (meşru savunma hakkı hariç tutulmak kaydıyla), zorunluluk hali hükümlerine başvurulamaz. Her ne kadar bu durum açıkça yasa metninde belirtilmemiş olsa da, zorunluluk halinin yapısal mantığı ve diğer ilgili normlar bu sonuca ulaşmayı mümkün kılar. Kısaca, eğer hukuk kişiden bir tehlike anında fedakârlık bekliyorsa, bu kişi tehlikeden kaçınarak hukuki bir koruma talep edemez.
Bu tür bir yükümlülük ya doğrudan yasadan kaynaklanır ya da taraflar arasında yapılan sözleşmelerle doğabilir. Ancak sadece ahlaki bir yükümlülük, zorunluluk halini bertaraf edecek düzeyde kabul edilmez. Örneğin, görevleri gereği askerler, polis memurları, itfaiyeciler ve denizciler; yangın, silahlı saldırı veya diğer tehditlerle yüzleşmek zorundadır. Bu çerçevede, batmak üzere olan bir gemide görevli denizcilerin, yolcuları tahliye etmeden kendi güvenliklerini önceleyerek filikaya binmeleri, zorunluluk hali çerçevesinde değerlendirilemez.
Askerî yükümlülükler açısından, 1632 sayılı Askeri Ceza Kanunu’nun 46/1. maddesinde yer alan “vazife ve hizmette şahsi tehlike korkusu cezayı hafifletmez” hükmü, bu anlayışı pekiştirir. Örneğin, sınırda görev yapan bir askerin, düşman ateşinden çekinerek bir araca binip bölgeden uzaklaşması durumunda, bu davranış zorunluluk hali kapsamına alınamaz. Benzer şekilde, görev tanımı gereği salgınla mücadele etmekle yükümlü olan bir hekimin, hastalıktan duyduğu endişeyle tedavi görevinden kaçınması da aynı hukuki sonucu doğurur.
4. Üçüncü Kişi Yararına Zorunluluk Halinin Uygulanabilirliği
Meşru savunma düzenlemelerinde olduğu gibi, kanun koyucu zorunluluk hali bakımından da başkası yararına gerçekleştirilen eylemleri hukuken kabul edilebilir saymıştır. Kanun metninde yer alan “gerek kendisine gerek başkasına ait bir hakka yönelik… tehlike” ibaresi, bu durumun açık göstergesidir. Üçüncü bir kişi adına zorunluluk haline başvurulabilmesi için, söz konusu kişiyle failler arasında herhangi bir akrabalık bağı bulunması gerekmez. Bu durum, herhangi bir bireyin menfaati doğrultusunda oluşabilir.
Üçüncü kişi lehine gerçekleşen zorunluluk hali bakımından, ilgili kişinin içinde bulunduğu tehlikeyi bilmesi ya da bu tehlikeden kurtulmak istemesi şart koşulmamaktadır. Örnek olarak, intihar girişiminde bulunan bir kişinin evinde yangın çıkarması durumunda, hayatını tehlikeye atan bu kişiyi kurtarmak amacıyla kapının zorla açılması hukuken kabul görebilir. Benzer biçimde, doğum sırasında annenin hayatının risk altında olduğunu değerlendiren bir doktorun, bebeğin yaşamını feda ederek annenin hayatını kurtarması da bu kapsamda değerlendirilebilir.
Eğer tehlike doğrudan üçüncü kişinin kendi davranışından kaynaklanıyorsa dahi, karar verme konumunda olan kişinin bu tehlikenin nedenlerini araştırmakla yükümlü tutulamayacağı göz önüne alındığında, o kişinin de korunması amacıyla zorunluluk haline başvurulması mümkün olur.
YARGITAY KARARLARI;
YARGITAY 1. CD. E. 2023/2184 K. 2025/1931 T. 11.3.2025 • KASTEN ÖLDÜRME SUÇU ( Maktulün Gece Vakti Sayılan Bir Zamanda Sanıkların Evine Katılanı Zorla Kaçırmak Amacıyla Elinde Biber Gazı ve Bıçaklarla Gelip Kapıyı Tekmeleyerek İçeriye Girmesi Sanıkları Kesici Delici Aletle Yaralaması ve Tehdit İçerikli Sözler Söylemesi Karşısında Sanıkların Eylemlerinin Meşru Savunma Koşulları Altında Gerçekleştirdiğinin Kabulü Gereği ) • MEŞRU SAVUNMA ( Kasten Öldürme Suçu – Gelişen Haksız ve Olayın Meydana Geldiği Yer ve Zamana Göre Kişilerin Hayatına ve Vücut Dokunulmazlığına Yönelik Ciddi Endişe ve Korku Yaratan Eylemlerini Defetmeye Yönelik Olarak Gerçekleştirilen Sanıkların Eylemlerinin 5237 Sayılı Kanun’un 25/1. Maddesi Kapsamında Değerlendirilmemesinin Hukuka Aykırılığı ) • SANIKLARIN EYLEMLERİNİN HAYAT VE VÜCUT DOKUNULMAZLIĞINA YÖNELİK CİDDİ ENDİŞE VE KORKU YARATAN EYLEMLERİ DEFETMEYE YÖNELİK OLMASI ( Sanıkların Eylemlerinin 5237 Sayılı Kanun’un 25/1. Maddesi Kapsamında Meşru Savunma Koşulları Altında Gerçekleştirdikleri Kabulüyle Haklarında Beraat Kararları Verilmesi Gerektiği )
YARGITAY 1. CD E. 2023/4523 K. 2025/1732 T. 6.3.2025 KASTEN ÖLDÜRMEYE TEŞEBBÜS SUÇU ( Sanığın Suç İşleme Kararını Önceden Verdiği Karar ile Fiilin İcrası Arasında Makul Sürenin Geçtiği Sebat ve Israrla Kararından Dönmediği Anlaşılmakla Tasarlayarak Kasten Öldürmeye Teşebbüs Suçunun Koşullarının Bulunduğu Gözetilmeksizin Sanığın 5237 Sayılı Kanun’un 82/1-A 35/2. Maddeleri Uyarınca Cezalandırılmasına Karar Verilmesi Yerine Suç Vasfında Yanılgıya Düşülerek 5237 Sayılı Kanun’un 81/1 35/2. Maddeleri Uyarınca Cezalandırılmasına Karar Verilmesinin İsabetsiz Olduğu ) • SUÇ İŞLEME KARARININ ÖNCEDEN VERİLMESİ ( Sanığın Suç İşleme Kararını Önceden Verdiği Karar ile Fiilin İcrası Arasında Makul Sürenin Geçtiği Sebat ve Israrla Kararından Dönmediği Anlaşılmakla Tasarlayarak Kasten Öldürmeye Teşebbüs Suçunun Koşullarının Bulunduğunun Gözetilmesi Gerektiği ) • EKSİK CEZA TAYİNİ ( Sanığın Sustalı Çakı ve Bira Şişesi ile Vurmak Suretiyle Mağduru Yüzde Sabit İze Neden Olacak Şekilde Yaraladığı Olayda Teşebbüs Nedeniyle 9 Yıldan 15 Yıla Kadar Hapis Cezası Öngören 5237 Sayılı Kanun’un 35. Maddesiyle Yapılan Uygulama Sırasında Meydana Gelen Zarar ve Tehlikenin Ağırlığı Birlikte Gözetilerek Makule Yakın Bir Ceza Tayini Yerine 10 Yıl Hapis Cezasına Hükmolunması Suretiyle Eksik Ceza Tayininin Hukuka Aykırı Olduğu )
YARGITAY 1. CD E. 2023/5652 K. 2024/8174 T. 5.12.2024 • KASTEN YARALAMA SUÇU ( Sanık Tarafından Sunulan Görüntü Kaydının Olayın Sonuna İlişkin Olması Yolcu ve Otobüs Şoförü Olan Tanıkların Farklı Beyanları Karşısında Taraflar Arasında Yaşanan Tartışma ve Kavga Olayında İlk Haksız Eylemin Kim Tarafından Gerçekleştirildiğinin Belirlenememesinin Hatalı Olduğu ) • MEŞRU SAVUNMA ( Katılanın Yumruklu Saldırısına Sanığın Silahtan Sayılan Kemer ile Karşılık Vermesi Karşısında Savunmanın Saldırı ile Orantılı Olmaması Dikkate Alındığında 5237 SK Md.25/1’de Düzenlenen Meşru Savunma Hükümlerinin Uygulanma Koşullarının Gerçekleşmediği Sanığın Asgari Oranda Haksız Tahrik Hükümleri Uygulanarak Kasten Yaralama Suçundan Cezalandırılması Gerektiği Gözetilmeksizin Yasal ve Yerinde Olmayan Gerekçe ile Meşru Savunma Nedeniyle Beraatine Karar Verilmesinin İsabetsiz Olduğu ) • SAVUNMANIN SALDIRI İLE ORANTILI OLMASI ( Katılanın Yumruklu Saldırısına Sanığın Silahtan Sayılan Kemer ile Karşılık Vermesi Karşısında Savunmanın Saldırı ile Orantılı Olmaması Dikkate Alındığında TCK Md.25/1’de Düzenlenen Meşru Savunma Hükümlerinin Uygulanma Koşullarının Gerçekleşmediği Sanığın Asgari Oranda Haksız Tahrik Hükümleri Uygulanarak Kasten Yaralama Suçundan Cezalandırılması Gerektiği Gözetilmeksizin Yasal ve Yerinde Olmayan Gerekçe ile Meşru Savunma Nedeniyle Beraatine Karar Verilmesinin Hukuka Aykırı Olduğu )
YARGITAY CEZA GENEL KURULU E. 2020/1-135 K. 2022/470 T. 22.6.2022 KASTEN ÖLDÜRME SUÇUNA TEŞEBBÜS ( Aralarında Husumet Bulunmayan Taraflardan Sanığın Elinde Herhangi Bir Alet Bulunmayan Katılandan Beklenmedik Bir Şekilde Cinsel Saldırıya Maruz Kalması Üzerine Saldırı İle Orantısız Bir Şekilde Alkollü Olan Katılanı Önce Araç İçerisinde Daha Sonra Araç Dışarısında Bıçaklayarak Hayati Tehlike Geçirmeyecek Basit Bir Tıbbi Müdahale İle Giderilemeyecek Şekilde Yaraladıktan Sonra Katılana Ait Araca Binerek Olay Yerinden Uzaklaştığı/Sanığın Eylemine Bağlı Olarak Ortaya Çıkan Kastının Haksız Tahrik Altında Kasten Yaralama Suçuna Yönelik Olduğu ) • YARALAMA ( Sanığın Elinde Herhangi Bir Alet Bulunmayan Katılandan Beklenmedik Bir Şekilde Cinsel Saldırıya Maruz Kalması Üzerine Saldırı İle Orantısız Bir Şekilde Alkollü Olan Katılanı Önce Araç İçerisinde Daha Sonra Araç Dışarısında Bıçaklayarak Hayati Tehlike Geçirmeyecek Basit Bir Tıbbi Müdahale İle Giderilemeyecek Şekilde Yaraladıktan Sonra Eylemine Devam Etme İmkânı Varken Katılana Ait Araca Binerek Olay Yerinden Uzaklaştığı/Sanığın Eylemine Bağlı Olarak Ortaya Çıkan Kastının Haksız Tahrik Altında Kasten Yaralama Suçuna Yönelik Olduğunun Kabul Edileceği ) • HAKSIZ TAHRİK ( Aralarında Husumet Bulunmayan Taraflardan Sanığın Elinde Herhangi Bir Alet Bulunmayan Katılandan Beklenmedik Bir Şekilde Cinsel Saldırıya Maruz Kalması Üzerine Saldırı İle Orantısız Bir Şekilde Alkollü Olan Katılanı Önce Araç İçerisinde Daha Sonra Araç Dışarısında Bıçaklayarak Hayati Tehlike Geçirmeyecek Basit Bir Tıbbi Müdahale İle Giderilemeyecek Şekilde Yaraladıktan Sonra Eylemine Devam Etme İmkânı Varken Katılana Ait Araca Binerek Olay Yerinden Uzaklaştığı/Sanığın Eylemine Bağlı Olarak Ortaya Çıkan Kastının Haksız Tahrik Altında Kasten Yaralama Suçuna Yönelik Olduğu )
YARGITAY CEZA GENEL KURULU E. 2021/1-279 K. 2022/391 T. 26.5.2022 • NİTELİKLİ KASTEN ÖLDÜRME ( Eve Geldiğinde Babası Olan Maktulün Bıçakla Annesini Kovaladığını Gören Suça Sürüklenen Çocuğun Annesinin Yardım Çağrısı Üzerine Olaya Dâhil Olması Suça Sürüklenen Çocuğa “Gelme Seni de Öldüreceğim!” Demek Suretiyle Yaşam Hakkına Yönelik Bir Saldırı İçerisinde Bulunduğunun Anlaşılması Suça Sürüklenen Çocuğun Düşürdüğü Bıçağı Almak İçin Hamle Yapıncaya Kadar Maktule Herhangi Bir Müdahalede Bulunmaması ve Aksi Kanıtlanamayan Savunmasına Göre Annesini ve Kendisini Korumak Amacıyla Maktule Saldırısıyla Orantılı Bir Biçimde Sopayla Vurması Birlikte Değerlendirildiğinde Meşru Savunma Koşullarının Gerçekleştiği ) • MEŞRU SAVUNMA ( Kasten Öldürme – Eve Geldiğinde Babası Olan Maktulün Bıçakla Annesini Kovaladığını Gören Suça Sürüklenen Çocuğun Annesinin Yardım Çağrısı Üzerine Olaya Dâhil Olması Suça Sürüklenen Çocuğa “Gelme Seni de Öldüreceğim!” Demek Suretiyle Yaşam Hakkına Yönelik Bir Saldırı İçerisinde Bulunduğunun Anlaşılması Suça Sürüklenen Çocuğun Düşürdüğü Bıçağı Almak İçin Hamle Yapıncaya Kadar Maktule Herhangi Bir Müdahalede Bulunmaması ve Aksi Kanıtlanamayan Savunmasına Göre Annesini ve Kendisini Korumak Amacıyla Maktule Saldırısıyla Orantılı Bir Biçimde Sopayla Vurması Birlikte Değerlendirildiğinde Meşru Savunma Koşullarının Gerçekleştiği ) • MEŞRU SAVUNMADA SINIRIN AŞILMASI ( Maktulün Gerek Sanığa Gerekse Suça Sürüklenen Çocuğun Hayatına Yönelik Haksız Bir Saldırı İçerisinde Bulunduğu Hususunda Kuşku Bulunmasa da Maktulün Aldığı Sopa Darbelerinin Etkisiyle Yere Düşmesi Bıçağın Maktulden Önce Sanık Tarafından Yerden Alınması Suretiyle Söz Konusu Haksız Saldırının Engellenmiş Olması ve Maktulün”…Pişmanım Bir Daha Böyle Bir Şey Yapmayacağım Beni Bırak!” Şeklindeki Sözlere Rağmen Sanığın Eylemini Sürdürerek Maktulü Birden Fazla Kez Bıçaklaması Karşısında Sanık Hakkında TCK 27. Maddesinin İkinci Fıkrasının Uygulanma Şartlarının Gerçekleşmediği )
YARGITAY CEZA GENEL KURULU E. 2022/1-44 K. 2022/126 T. 24.2.2022 • NİTELİKLİ KASTEN ÖLDRÜME ( Sanığın Maktulü Vurduktan Sonra 112 veya 155’i Aramadan Oğlu Olan Diğer Tanık İle Eniştesi Olan Tanığı Araması ve Eve Gelen Tanığın Maktulün Vurulmasından Yaklaşık Yarım Saat Sonra 112’yi Araması Karşısında, Sanığın Suçtan Kurtulmaya Yönelik ve Sonradan Kurgulandığı Anlaşılan Savunmasına İtibar Edilmeyerek TCK 27/2Maddesinde Düzenlenen Meşru Savunmada Heyecan Korku veya Telaştan İleri Gelen Sınırın Aşılması Koşullarının Oluşmadığının Kabul Edileceği ) • SANIĞIN MAKTULÜN ELİNDE BIÇAKLA YERE YIĞILDIĞINDAN BAHSETMESİNE RAĞMEN GEREK TANIK İFADELERİNDE GEREKSE OLAY YERİ TESPİT TUTANAĞINDA BU HUSUSUN DOĞRULANMAMASI ( Kasten Öldürme – Sanığın Maktulü Vurduktan Sonra 112 veya 155’i Aramadan Oğlu Olan Diğer Tanık İle Eniştesi Olan Tanığı Araması ve Eve Gelen Tanığın Maktulün Vurulmasından Yaklaşık Yarım Saat Sonra 112’yi Araması Karşısında, Sanığın Suçtan Kurtulmaya Yönelik ve Sonradan Kurgulandığı Anlaşılan Savunmasına İtibar Edilmeyerek TCK 27/2Maddesinde Düzenlenen Meşru Savunmada Heyecan Korku veya Telaştan İleri Gelen Sınırın Aşılması Koşullarının Oluşmadığı ) • MEŞRU SAVUNMA ( Sanığın Maktulü Vurduktan Sonra 112 veya 155’i Aramadan Oğlu Olan Diğer Tanık İle Eniştesi Olan Tanığı Araması ve Eve Gelen Tanığın Maktulün Vurulmasından Yaklaşık Yarım Saat Sonra 112’yi Araması Karşısında, Sanığın Suçtan Kurtulmaya Yönelik ve Sonradan Kurgulandığı Anlaşılan Savunmasına İtibar Edilmeyerek TCK 27/2Maddesinde Düzenlenen Meşru Savunmada Heyecan Korku veya Telaştan İleri Gelen Sınırın Aşılması Koşullarının Oluşmadığının Kabul Edilmesi Gereği )
Av. İltan Ekmekçioğlu